Freitag, 31. Dezember 2010

gercek dram

cok uzun zamandan beri insanoglunun aklini kullanmadigini düsünüyorum, insanoglu güdüleriyle, mekanik davranis sekilleriyle hareket ediyor, tarihte bir kac kisi gelmis aklini kullanmis eyvallah, isim vermeye gerek yok, burdan kapitalizme girmeyede gerek yok, bilinen bir sey gevelenmis olur  -cogu zaman oldugu gibi.
Platon yada Aristoteles'te aklini kullanmak, yani gercekten düsünmek 'düsüncelerini tanrinin boyutuna kaldirmak'. bu tanri inancindan cok mutlak düsüncenin altini ciziyor.
sürekli aklin pesinden kosuyor gibiyim, kullandigim zaman eminim hissedicem bunu.

Freitag, 24. Dezember 2010

Bruegel

Kış mevsini sevmeyenleri motive etsin diye öneriyorum,  Pieter Bruegel.


          "Volkszählung von Bethlehem" 1566. (IifalsidiautoreIit)

Samstag, 18. Dezember 2010

haftanin cümlesi

Ignorantia non est argumentum : Bilgisizlik bir argüman degil.

Spinoza zamaninin teologlarina karsi, Engels Tanri argümanina karsi ve Marx'ta 'hoyrat ökonomiye' karsi kullanmislardir. Bir seyi tamamen bilmemek ve bilinmedigi icin argüman olarak kullanmayi yasaklayan cümle.

Freitag, 3. Dezember 2010

ausuferungen

es gibt nich nur ein gegenständliches Subjekt, nein, es gibt auch ein zuständliches Subjekt und ja auch ein umständliches.

das was der Materialist nicht denken kann (potentiel wäre es möglich) ist, dass die Beziehung also die Relation nur denkbar ist, und zwar nicht materialistisch sondern metaphysisch. und auch der Begriff Kraft ist schwer materialistisch zu denken.

Samstag, 27. November 2010

savaş

Lenin icin savaş (Clausewitz'in tanimininda oldugu gibi) politikanin baska araclarla - siddet ile- devamidir. O yüzden Lenin'e göre belirli bir savaşin hangi tarihsel kosullarla gelistigini, savaşi hangi siniflarin hangi amacla yönettigini incelemek lazim. Bu ayni zamanda Lenin'nin (Marx ve Engel'de oldugu gibi) savaş siddetini kabul ettigini gösterir. Emperyalist savaş anlayisi ama düsmanini yok etmekten cok, onu ezip köle etmek, iktidar enstrümanlarini nötrleştirmek ve yeniden insa ettigi iktidar iliskilerinin bazinda kendi amaclarini kabul ettirmek, dolayisiyla burda amaclanan baristan cok emperyalist bir haydutluktur. Clausewitz'e göre bu durum savaşin sivil metodlarla devami olurdu.

son care şiddet denildiginde insan varligiyla catiştigi icin kabullenmekte zorlaniyor. öte yandan şiddetin bir cok surati var, bunun ceşitliginide zaten en cok kapitalizmden ögrendik. baska bir yazimda kapitalizmin kara listesinden bahsetmistim, ama güncel bir örnek vermek gerekirse bu kara listeden: Amerika'da her sene 8 000 vardiyali isci uykusuzluktan dolayi trafik kazasinda ölüyor. Vardiyali isci sayisi bugün dünyanin ücte birini kapsiyor. caliş yada öl mantigiyla isleyen bir sistemin icinde bu tür durumlarin olmasi sasirtmamasi gerekir artik.
kapitalizmin şiddeti denildiginde hep insan ölümü düsünülmek zorunda degil, özellikle kapitalizmin büsbütün oturmamis oldugu Türkiye gibi ülkelerde iscilerin bazen şefleri tarafindan nasil bir (psikolojik, sözlü, sözsüz, vs..) şiddete maruz kaldiklarini tahmin etmek icin büyük bir hayal dünyasina ihtiyaci yok insanin.
O yüzden kapitalizm şiddet uygulamiyor neden biz uygulayalim demek yanlis bir yargi. bunun üzerine sadece 'daha ne uygulasin?' demek uygun bir cevap olur.

Sonntag, 14. November 2010

pozisyon II (dedüksiyon problemi)

humboldt'un cok meshur bir sözü vardir 'hic bir yerden bakmak bakmak degildir' diye. mutlaka bir noktadan dünyayi algiliyoruz, yani her zaman bilsekte bilmesekte bir pozisyon sahibiyiz. Isin zor yönü  aklin mutlakligi, zekanin eldekini, gönlün maneviyati arzulamasi. er ya da gec bir kimlikle hesaplasarak (ya da hesaplasmayarak) bir gömlege bürünüyoruz, ne diyor foucault 'izm'ler düsüncelerimize giydirilmis yanar gömleklerdir', bu ideolojilerin yani sira birde etnik kimlikler var, yani dil dedigimiz sirtimizdaki atlas, gercege/gerceklere göre yapilanmis kimligi barindiran ayri bir diyar.
devami gelicek..

Mittwoch, 3. November 2010

mutfak

komünizm mutfakta baslar. Brecht'e göre öyle degilmis, mutfakta zaman kaybedermis komünist.
very paradox.

Dienstag, 2. November 2010

nehrin öbür tarafi

'kis depresyonu mu' diye soruyor, 'o nasil bir sey' diye merakla soruyorum, oysa mevsimlik depresyonlari atali cok oldugunu bilmiyor, bilmeden konusmaya devam ediyor..
ne kadar naif diye düsünüyorum, bir an icin acaba icini biraz karartsam mi diye tartmaya basliyorum,
vazgeciyorum cünkü bütün o tepeden bakisi ve cok bilmisligi onu yine sevimli kiliyor, 'bosver' diyorum hem ona hem kendime.

Donnerstag, 21. Oktober 2010

pozisyon

insanin sadece tarihsel bir varlik oldugunu iddia eden özne bunu hangi pozisyondan söylüyor? yada sadece biolojik bir varlik oldugunu iddia eden? neden bu tür radikal pozisyonlari savunan arkadaslar reflexion yapmazlar ki. oysa bu tür bir reflexion özellikle bu tür iddialarda cok daha gerekli.  bunu iddia ettigi pozisyon tarihselligi asan bir boyut, tarihsel oldugunu tespit edebilmesinin kosulu zaten bu boyut: akil. sadece akil bütün bir tarihin üstüne cikip onun hakkinda yorum yapabilir.

Freitag, 27. August 2010

Tanri fikri

eger iyiligi insan akliyla buluyorsa (Platon), yani Tanri böyle emrettigi icin degilde kendi akliyla ikna oldugu icin, o zaman Tanriya ne gerek var sorusu doguyor tabi. Ama zaten Tanri fikri iyiligi emrettigi icin varolan bir fikir degil (tabi ki bazi aptallar 'Tanri emrettigi' icin iyilik pesindeler), daha cok insanin kendini dünyada pozisyonlandirmaya, anlamlandirmaya calisirken vardigi bir sonuc.
Platonun bu düsüncesi Tanri fikrini gercekten ortadan kaldirmaya yetiyormu peki?
    Picasso - Guernica

insan hali

bazen icinden cikamadigim haller var - der insan, evet insan arada bir icinden cikamadigi hallere düser, onu hayata yabancilastiran, hatta kendisine yabancilastiran 'halleri' onu derbeder eder. Ayni zamanda mutlu oldugu halleride vardir insanin, ya da hic bir kavrama sigidiramadigi halleri. Ve genelde hal zaman sürecinde kestigimiz bir noktadan cok bir sürec, ya da hala olmakta olan bir durumun adi. durumun bir sifata yerlestirmeye calismayan, bölüp kategorize etmeyen, durumu bütünlügüyle ele alamaya calisan bir kavram denilebilir.kendimize herseyi nesnelestirmeye calistigimiz dünyada, herkesin az cok bilimsel mantikta düsündügü dünyada özne, nesne, nesnellik, nesnelestirme, sonuc gibi kategoriler cok önem ifade ediyor.
bu yaziyi o unutulmus, ici bosaltimis kavramin hatrina yaziyorum, belki tekrar bir kariyer yasayabilir dillemizde, bilincimizde ve dünya ile olan iliskimizde. bu unutulmaya mahkum edilmis kavram: hal (almancasi Zustand). 
en son sufizmin geleneginde gözüme carpti bu kategori, ve orda anlatilmasi güc olan bir durumu anlatirken kullanilan bir kavram oldugu dikkatimi cekti. Bu hal dedikleri sey aciklanamazmiydi? muhtemelen aciklanabilirdi bir iki sifat ile, ama bu durum sanirim sufilerin dile olan kuskulariyla aciklanabilir. Ama nasil Hegel icin özne töz olmakla beraber töz de özne ise, ayni sekilde sufizmde özne sifatiyla örtüsüyor, yani birini digerinden ayirt edemiyoruz. özellikle vahdet-i vucüt felsefesinde özne dünya ile örtüsüyor, yani toprak ile, su ile vs.. örtüsüyor derken birbirinden ayirt edilemiyor anlaminda kullandim. Belki bu yüzden insandan ve dünyada bahsederken hal kavramini kullaniyorlar, benim bu kavrami bir kategori olarak ele almamin sebebi bir kavramdan cok bir düsünce bicimi olarak orda karsima ciktigi icin, ve belki herseyi atom parcalarina ayirt eden cartezyan düsünceye karsi kafa tutarken kullanilabilcek bir kategori olusu.


Freitag, 2. Juli 2010

Ibrahim



Tabi ki Ibrahim tarihte insan kurbani veren tek kisi digil. 
bu tür rituelleri Mayalarda, Inkalarda, Wikingerlarda vbz. inanclarda, kabilelerde görebiliriz. 
Dindar insanlar icin Ibrahim katil degildir (ki zaten oglunu öldürmemistir, ama bu niyette olmasi önemlidir). 
Bu davranis kendisini ne etik boyutta ne de rasyonel boyutta
gerceklestirir. tam anlamiyla dini mantik icerisinde yer bulur;
cünkü dini ikna söz konusudur. 
Ibrahimi bu boyutta ele alan Kirkegaard'tir, yani katilmidir degilmidir konusunuda. benim icin burdan cikan soruda:  bu gelenekte durup (hiristiyanlar), Ibrahime hak verip, yinede dini bir ikna yüzünden kendisini kurban eden insanlara tepki göstermek biraz celiskili degil mi? Ya da söyle mi söylenmesi lazim, din kendi icinde bir evrim gecirdi bu tarihte
o yüzden onlar da artik Ibrahimin kurbanini kabul etmiyorlardir, o yüzden onlar bir sürü müslümanin yaptigi bu bombali intihar girisimlerini yadirgiyorlar.
Bu tür girisimleri yargilarken belki biraz tarih-bilinci ile yargilamak lazim. Öte yandan bu üc monetist din en gec Ibrahim örneginde insan kurbani vermekten vazgecmis ve kurban nesnesi olarak hayvani secmistir. Ama bir kurban olgusu hep var gibi gözüküyor, Foucault'inda bahsettigi gibi kurban mevzusu antik yunan'dada karsimiza cikiyor. Bunun disinda üc büyük monoteist dinde (ki hayvan kurban etme mevzusu bu boyutta fakirlerle olan paylasim yüzünden isteniliyor, ama genelde vicdani susturmak icin gaddar bir eylem olarak görüyoruz simdi) bir baskasini din ugrunda kurban etme diye bir fenomen yok, bu daha politik yani real boyutta karsimiza cikiyor, mesela hacli seferlerinde öldürülen insanciklar ya da müslümanlastirma savaslarindaki verilen kurbanlar.

What ever, Ibrahimin bu davranisi rasyonel boyutta oldukca yalnistir, orasi malum.
problem sanirim hem bu üc boyutun arasindaki celiski, yani rasyonel ya da etik boyuttan dini-mantik boyutunda verilen kararlari yargilamanin zorlugu. hem de Ibrahime hak verip Ibrahim gibi davrananlari yargilayanlar.


Sonntag, 23. Mai 2010

özgürlük - materyalizm

filozoflarin ve nörofizyologlarin arasinda en az on seneden beri süren ve son bes seneden beri dorugunu yasayan tartismada dünün marxistlerinin nörofizyologlari ve beyin arastirmacilarini savunmalari  gercekten cok garip.

Bahsi gecen tartismada nörofizyologlar özgürlügün varolmadigini, bunun insanligin en büyük yanilgilarindan bir tanesi oldugunu, herseyin önceden nöronlarin arasinda bir programlama ve hesaplama oldugunu, ve özgür iradenenin insan beyninin hic bir yerinde bulunmadigi icin insanin biolojik bir robot oldugunu iddia etmelerinden ibaret. filozoflar beklenilen tepkiyi göstererek özgürlük kavraminin bir metafizik kavram oldugunu ve maddeye indirgenemiycegini, özellikle makinelerle arastiralamiycagini savunuyorlar. tartismanin kabaca özeti bu.

bu tartismada nörofizyologlarin tarafini tutan garip marxistleri pek anlayamiyorum, muhtemelen hoyrat bir materyalizm anlayisindan kaynaklanan bir yaklasim ve metafizik gölgesinde olan herseye önyargili yaklasimlari. hal böyleyken herseyi maddeye indirgeyen ve bu yüzden kolayca aciklayabilen teorilere yenik düsüyorlar.
özgürlük kavramini belki marx'tan baska hic bir filozof bu kadar fazla kullanmamistir - ve ugrunda savasmamistir. bugünün bilim anlayisi neoliberalizmle el ele gelistigi icin, neoliberalizm bu bilimlerin aldiklari sonuclari piyasada kendi avantaji haline getirebildigi icin ve sürekli insana bu sistemden baska bir alternatifleri olmadigini empoze ettigi icin tabi ki Wolf Singer gibi nörofizyologlarin arastirmalari bu faşist sistemin isine yariyor. Bu tür bir yaklasimi sadece metafizik düsmanligi yüzünden ve bu sebepten dolayi hayatini bu önyargi üzerine kuran basit ve hoyrat bir materyalizm anlayisinin savunucularina marx'i yeniden okumalarini öneriyorum. marx ampirik egilimleri oldugu kadar rasyonel egilimleri olan bir düsünürdü, düsüncelerinde - teorilerinde bir cok metafizik kosullar yapardi, bunun en belirgin örneklerinden bir tanesi mesela 'görünüsü' diyalektik sekilde aciklamasi, ve bunun gibi bir sürü örnek..
metafizigi sadece fizik ötesi bir alan olarak ele alan ve bu alani tanriyla yada anlasilamayanla bagdastiran bir ziyniyetin kinadigi esoterizmle ugrasan dogmatik ziyniyetin hic bir farki yok. bu isler marx okuyup, üstüne biraz komunist literatürle halledilcek isler digil, yetse yetse kavramlarla biraz hava atmaya yeter.

Freitag, 19. März 2010

postmodernizm - postfaşizm (1)



bastirilan herseyin geri dönecegini bilmek icin peygamber olmaya gerek yok sanirim. heidegger, spengler, bäumler ve klages'in faşist yazilarinin fransiz felsefesi tarafindan benimsenmesi direk faşizm gelenegine bir bağ kurmasiyla olmadi. ilkin cekimser, sonra biraz tereddüt ve sonunda coşkulu bir sekilde bu metinler yapisalci ve postmodern düsünen Fransa tarafindan benimsendi. Sanki bu prä-faşist metinlerin fransizlarin ellerinden gecerek tekrar almanlara dönmesi politik-etik bir sansürden gecmesi gibi, sanki bu politik alanda asiri problemli bir durusu olan düsünürün metinlerinin tekrar kabul etmenin kriteri fransizlarin begenisi oldu.

Bu konuda Manfred Frank'in yaptigi teşhis o yüzden cok önemli: Yeni fransiz düsünce akimina -klasik yapisalcilik ve egzistansiyalizm sonrasi- biraz detayli baktigimizda, karisimiza cikan tabloda cok kez aktuellestirilmis ve ilerletilmeye calisilmis ama icinde hala belirgin olan iki dünya savasi arasindaki alman rasyonalizm elestirisini görürüz. Ayni zamanda nasyonal sosyalizmi isleme döneminde kritik teorinin ve dil analizinin tekrar güncellesmesininde bir tesadüf olmadigini söylüyor Frank.
Cünkü olani anlama dönemiydi, dolayisiyla dil felsefesinin kariyeri burda basliyor, ve felsefe cümlenin formal kosullarinin analizi haline geliyor. Artik evrensel teorilere karsi mütevazi, ve senelerce baglantisini kaybettigi seylere karsi büyük bir ögrenme hevesiyle alman felsefesi tekrar felsefe dünyasina baglantiyi kurmus oldu. Bu da zaten Hegel'in alman felsefesi üzerine kurdugu rüyalara sanirim en büyük darbe oldu.

Martin Heidegger

Ayrica rasyonalizme olan düsmanligiyla ve olaylara olan rölativizmiyle ne kadar  faşist bir yapiya sahip olduklarinin farkinda digil postmodernciler. politik boyuttaki basirisizliklari felsefeye mal etmek cok populer bir davranistir, ama sürgüne vurmadan iyice incelenmesi gerekilen bir olay. tabi ki filozoflarin politik hayati etkilemedigide bir yanlis. ikinci dünya savasindan sonra idealizm, rasyonalizm, marxizm vbz. düsünceler diskalifiye edilmesi gercekten cok cahilce bir davranis. Evet Hitler Nietzsche okurdu, ve mussolini'de (istek üzerine hitler mussolini'ye Nietsche'nin kitaplarini göndermistir, ayni zamanda mussolini detayli bir sekilde Marx'ta okurdu). Ve evet Nietzsche hem alman irkini cok asagilar hemde cok yüceltirdi, ve ayni zamanda bir antidemokratti.

Eee hitler Nietzsche okudugu ve mussolini Marx okudugu icinmi idealist  yada rasyonel felsefe diskalifiye oldu? olaya biraz mesafeli yani ilgi ve duygulardan uzak bakildigi zaman almanya'da hitler öncesi, hatta Nietzsche öncesi bir kimlik kompleksi yasandigi farkina varilir. 18. yüzyilda fransiz devriminden sonra almanya bir tür nasyonal komplex, milli kaygi icerisindeydi.

Schlegel, Tieck, Schiller gibi sair ve yazarlar yeni bir ulus bilincinden bahsediyorlardi, "bizim fransizlardan neyimiz eksik" gibi sloganlar atiliyordu her yerde. Artik derin bir komplex olusmustu, alman dili yeni yeni resmi dil haline gelmis, romantizm diye adlandirilan bu dönem ayni zamanda toplumun tamamen endüstrilestirillmesine tepki olarak dogmustu (kendilerinden sonra ne kadar degisti o toplum bir bilseler, bugünki adiyla neoliberalizm), alman irki ve özellikleri hakkinda arastirmalara baslanilmis ve övücü teoriler kurulmaya baslamisti, komsularinin 'üstünlügü' bir türlü sindiremiyorlardi. Asil alman komplexinin baslangici buradadir.

Nietzsche'ye ve heidegger'yada burdan bakilip bu unsurlarla degerlendirilmesi gerekir. Ikisinin arasindaki büyük fark: nietzsche hir bir zaman heidegger'in yaptigi gibi nasyonal sosyalist konusmalarda bulunmamistir. Bunun yanisira heidegger NSDAP'ye isteyerek -profesörlere zorunlu digildi- üye olmustur, ve yahudi meslektaşi Eduard Baumgarten'i ihbar edip onun kürsüsüne gecmistir. Isin en ilginc yani, bütün bunlari yaparken yahudi bir sevgilisinin (Hannah Arendt) olmasidir. heideggerin durusu gayet net, ama Nietzsche'nin bir nazi oldugunu kimse kolay kolay iddia edemez, yada iyice okuduktan sonra etmemeli diyelim. bununla beraber politik sahnede yer alan ruh hastalarinin yanlis hareketlerini bütün bir felsefe tarihine mal etmek elbette basit. ve bilindigi gibi basit olani secer insan.

elbette insanlar hatalar yapiyorlar, mesela Rousseau pedagoji hakkinda teoriler yazmis ama cocuklarini yetimhaneye birakmistir, yada aristoteles insanin müthis özelliklerinden bahseder ama kölelige karsi digildir, buna benzer bir sürü tutarsizliklar vardir, ama iclerinden en migde bulandiricisi irk düsmani olmak, ve bununla kalmayip bir düsünür oldugunu iddia etmek. Yinede heidegger'da bu tarih düzlemi icinde, yani almanlarin 18. yüzyildan beri süregelen gelenegi icinde degerlendirilmesi lazim. Her ne kadar heidegger'in sahsiyeti tutarsizda olsa felsefesine bir bakilmasi lazim. dogruya dogru demek aklin borcu, ister o dogruyu yazan faşist olsun ister nazi.

Dienstag, 9. März 2010

fizikalizm

dünyayla olan iliskimizi belirleyen herhangi bir fikir yada ideoloji bizi dünyayla baristirmakla beraber aklin gelismesine acik olup, gündelik hayatimizdaki hareketlerimizi yapilandirip düzenleyebilen rasyonel prensiplerden olusmali. (böylelikle toplumsal bir yapisi olmasi gerektigini belirtmeyi önemsiz buldugum icin parantez icine almakla yetiniyorum).
dolayisiyla fizikalizm, psikolojizm, nihilizm, formalizm (lojik) ilkin indirgemecilik kapsaminda cok basarili duruslardir.
iclerinde en aptal durus ise fizikalizmdir, zarari sadece akla olmayarak ayni zamanda fizik disiplininedir. fizik bize bugün gerceklerden cok varsayim üzerine kurulu modeller sunsada, endüstri icin calissada fizigin önemini anlamayana anlatmak zaten gereksizdir. bununla beraber fizik (bilimi) zaten gerceklerle ugrasmaz, sadece olgulari arastirip tanimlar demekte sanirim önemsiz, ama burdan yola cikarak sadece fizik dünyasinin dedigine inanirim diyen kisi fizikalizm savunucusudur.

Gercekten fizigin hic bir zaman gercegi bulmak gibi bir iddiasi olmayarak -zaten uyguladigi metot buna izin vermez, o buldugu sonuclari diger disiplinlerin yorumlarina acmistir. kendi icerisinde sadece fiziksel modellerin (Bohr/Einstein, Heisenberg,..) celiskisiyle ugrasmayip ayni zamanda kavram tanimlama savasi vermistir; mesela einstein öncesine kadar kütle tanimi yoktur ve bugünkü kullanilan kütle tanimi yine einstein'dan ve termodinamiktendir, yada bir baska örnek olan enerji tanimi. burda tanimdan kast formalize etmek, yani hesaplanabilcek bir denkleme, formüle oturtmak demek. fizik disiplini dedigimiz zaman karsimizda bize bugün dünyayi aciklamaktan cok olgulari tanimlamak zorunda kalan bir disiplin cikiyor.



zaten isin ilginc olan yanida hic bir fizik okuyan arkadasimin, yada kitabini okudugum fizikcinin fizikalizm savunucusu olmayisi, tam tersi hep disiplin disi olan insanlarin bu durusu savunmasi - gerci bunun sebebide zaten bellidir. ayni sekilde bu fenomen bütün diger disiplinler icinde gecerli. burdan sonuc olarak cikardigim: insan anlamadigini ya yüceltiyor yada kücümsüyor. ne zaman yüceltiyor ne zaman kücümsüyor sorusunun cevabida sanirim: egilimine bagli olarak olsa gerek.

Mittwoch, 3. März 2010

pragmatist olmak zorunda kaldigim tek konu

elbette herseyin bir mantigi var, elbette, ve elbette anlamadiklarimiz bir sekilde kendince hakli, herseyin ta basina kadar gidilse bile bu birsey kazandirmaz, murathan mungan sanirim bir yerde 'cennet neyi yitirdikten sonra aradigimiz' diye bir soru soruyor, benimse bu aralar merak ettigim acaba insanin genel halinin dünyayi dogal olarak algilamasimi. insanlar dünyayi dogal olarak algilamadiklari icinmi psikolojik problemler yasar, yada bu sacmaliga katlanamadiklari icinmi intihar ederler.
dünyayi artik dogal olarak algilayamamak bu dünyada yasama yetkisini kaybetmekmi demek. bu aklin iflasimi demek acaba yada aklin gelisimimi, hatta belki bu olmasi gereken durummu. neyden sonra kaybedilir bu dogallik, neyden sonra geri dönülmez bu siradanliga. bu siradanligi kirdiktan sonra yerlesilen yeni boyut yine yeni bir siradanlilik getirir, peki bunun sonu nereye gider? o yüzden aman ne ta derine nede ta yüksege, en son yapilmasi gerekende ta eskiye gitmek.

insan aklinin bir archiles eksenine ihtiyaci vardir, görüldügü gibi bu eksen sacma sapan olsada bir sürü insani hayatta tutuyor, ona bir siradanlilik, dogallik sagliyor, ve oldukca 'saglikli' bir durum yaratiyor. sonucta hayat söz konusu degilmi? yani gidilen yol ne olursa olsun bir siradanlilik yaratiyor, yani insan sadece dogal buldugu ortamda 'saglikli' yasayabiliyor. en mantikli fikir bile siradanlilik yaratmasi lazim, dünyaya olan yabancilik duygusunu ortadan kaldirmasi, insani bu dünyayla baristirmasi lazim.

dolayisiyla siradanlilik 'saglikli' bir hayatin kosulu. insana dogal gelmeyen bir dünyada insan o dünyaya nasil adapte olabilirki, olamaz, bir sekilde yasar iste ama olamaz, insanlarin, doganin, objenin, kendisinin dogal oldugunu düsünmezse bunu hic bir daha üstün fikre oturtturamaz, hic bir ideoloji bu eksigi kapatamaz. o yüzden olaylara yada insanlara vs. yabancilasma durumu dozunda uygulanmasi gerekilen bir metot, ve bu yolda yol alinilmissa siradanlilik, dogallik yaratan bir yola girip ordan cikmali, cünkü sonunda kadar gidildiginde artik bir cikis kapisi icin cok gec olabilir.



Dienstag, 2. März 2010

paranoya

mesele paranoyak olup olmamakta digil, mesele yeterince paranoyakmiyiz acaba. - Foucault. iktidari desifre etmeye calisirken asil tedirgin etmesi gereken soru bu.

Sonntag, 21. Februar 2010

kara liste

'her insan esittir' belirlemesiyle insan kavramini kazandigimiza inanmiyorum.
cünkü o zaman her insana esit derecede kötülük yapilmasina kimsenin itirazi olmamasi lazim. kimsenin bir itirazi olmasa bile insan kavrami varlik olarak, madde olarak bos kaliyor.
liberalizmin hic bir insan kavrami yok, orasi belli, olsa olsa 'insan sömürülmesi gereken bir hayvandir.'

asil problemin bu oldugunu düsünüyorum, elimizde insan kavrami yok, özellikle avrupada. antik dönemden beri belirlenen insan kavramlari belli: insan düsünebilen bir hayvandir, insan akil sahibi bir varliktir, insan davranislarini belirleyebilen bir varliktir, insan kararlarinda özgür bir varliktir, insan tanrinin yarattigi varliktir, insan iki eli olup ayaklari üzerinde dik yürüyen bir varliktir, insan haysiyeti olan bir varliktir, vs. vs.

tarih antik dönemle baslamiyor, ama dünyanin 'önemli' bir kismi icin antik dönemde basladigi icin antik dönemden beri belirlenmeye calisan tanimlari ele aldim. insan kavraminin problem olmadigi bir sürü cografya var tabi, ama bu liberalizmi pek ilgilendirmiyor, dolayisiyla bize dayatilan gündelik pratikleride pek etkilemiyor.

bunun yanisira liberalizm ciddi alinacak hic bir düsünür cikarmamistir, düsünür olarak ele aldiklarininda kabul edilebilcek bir insan kavrami yoktur, ne gecmisteki locke ve mill'de nede hayek'te. sonra sacma sapan argümanlarla baska ideolojileri kötülerler, oysa liberalizm yüzünden kac insan öldü ve ölüyor haddi hesabi yok. eger ideolojinin tutarliligi insan katlinde yatiyorsa liberalizm süphesiz en büyük katliami gerceklestirdi, cünkü insan kavramina sahip olan ideolojilerin kara listesi bunun yaninda bir hic kalir (komunizm mesela).

bununla beraber bu düsüncenin getirdigi olanaklar, kosullar yani bütün bu modernizm bütün pratiklerimize yansidigi icin sadece calisirken digil calisilmadigi zaman icerisindede yapilan kazalarda liberalizmin kara listesine gecmeli. sonra bu sinifsal nedenler yüzünden intihar edenler, saglikli bir ask iliskisi yasayamayanlar, 'hirsizlar', 'katiller', 'depresyonda olanlar', 'deliler', 'tecavüzcüler', 'uyusturucu bagimlilari', siddet kurbani olanlar, ideolojik tartisma sonrasi yaralananlar yada ölenler, yaralanmayip ölmeyipte paranoyaklasanlar yada davranis bozukluklari sergileyenler, ve bütün bu liberalist anlayisin yarattigi travmaya maruz kalanlar ister kabul edile ister edilmeye liberalizmin kara listesindedir.
(Prometheus insan yapiminda)

Montag, 8. Februar 2010

papa

Papa -sanirim 2 yada 3 sene önce ön cehennimi kaldirdi, yani hiristiyanliga aykiri teori kuran filozoflarin, vaftiz olmayanlarin atilacaklari yeri. latincede limbus adli yer cehennimin kenarinda ates olmayan bir mekan-di.
belki bir ögle yemeginden sonra 'hmm.. evet  bugün ön cehennimi kaldirayim' dedi ve kaldirdi, bu kadar basit, belki bir yandan bir sürü bürokrasi problemi yaratti.. ama hey papa tanrinin dünyadaki temsilci, point final.
hala korunma (suni koruma metodlari gibi) meselesinde inatci, ama belki bir gün bir kahvalti sonrasi onunda izni cikar ve yine bir gün camdan disari bakarken homesexuel evliligide onaylar.

Bu korunma meselesi biraz karmasik bir olay (her anlamda), ve bu tür konularda tarihi bilgisi gercekten saglam olan Foucault'un arastirmalari en zevklisi.

18. yüzyilda nüfus meselesi devlet icin önemli bir konu haline gelmeye baslarken, garip nerdeyse komik metodlar uygulanmis nüfus problemini cözmeye calisirken. Zamaninda hamile olupta cinsel iliskiye giren annelerin sütlerinin bozulcagi düsünüldügü icin halk ve hatta doktorlar, kadinin bu dönemde cinsel iliskiye girme hakkina karsi cikmislar.
Bu yüzden varlikli aileler cocuklarina paraya muhtac dadilar tutmuslardir, hem cinsel iliskide bulunabilmek hemde kocalarini tutmak icin, bu acidan yeni bir sektördende bahsedebiliriz, yeni bir süt sektörü, yada yeni gida endüstrisi (Foucault). Böylelikle cocuklar dadiya emanet ediliyor ve cocuklarin yasayip yasamadiklarini kimse kontrol edemiyor, dadilar parayi ceplerine indiriyor (buda garip bir iddia, muhtemelen hepsine bakamadilar) ve ölen cocuklarin haberini vermiyorlar, bu arada ölen cocuklarin sayisi bazen 20 cocuktan 19'u gibi dramatik bir rakam alabiliyor.
Bu tür bir israfi engellemek icin bu sefer annelerin cocuklarini kendi beslemeleri motive ediliyor. Ve birden cinsel iliski ve emzirme arasindaki uyumsuzluk problemi birakiliyor, o da annelerin hemen sonrasi tekrar hamile kalmamalari kosulu altinda.
görüldügü üzere 18. yüzyilin iktidarinin korunmayi yaymasinin sebebi cocuk sayisini azaltmaktan ziyade (bu yüzyili yorumlayan bir cok tarihci iktidarin o zamanalar devletin nüfusun cogaldigini düsündüklerini yazmislardir, simdiki tarihciler bunun tam tersini iddia ediyor, yani bir artis söz konusuymus), dogan cocuklari hayatta tutabilmek icin korunma politikasi yürütmesi (Bio-politik).

bu arada annelerin cocuklarini kendileri emzirmeleri icin bir sürü (bilindik) argüman üretilmistir: emzirildigi zaman hem cocuk hemde anne saglikli kalir, yada 'emzirin ve bundan ne kadar zevk alindigini görüceksiniz!' Yada cocugu memeden kesme problemindeki cözüm arayislarinda bir doktorun icat ettigi ve annelerin yada dadinin memesinin ucuna yerlestirmesi gereken, üzerinde igneler bulunan yuvarlak bir cam dilimi. akil almaz bir bulus, cocuk anne memesini emerken aciyla karisik bir zevk aliyor, ve ignelerin capi yükseltildiginde cocuga yetiyor ve cocuk kendiliginden anne memesinden uzaklasiyor. Hatta bazen annenin gögüslerine hardal sürüldügüngen bahseder bir kac generasyon öncesi, tam o zamanlarda (1786) modern emzik bulunmustur zaten. ;)

kusursuz iktidar olurmu, tabiki o da büyüycekti, o da ögrenecekti, bu sadece Vatikana has bir özellik olabilirmi, ama ikisinin arasindaki kücük fark kiliseden cikilabiliyor olmasi. gerci istifa formülerine 'ön cehennimi kaldirdiginiz icin cikiyorum' yazilmasini kabul etmiyor, sebep olarak kabul ettigi ama onaylamadan önce kontrol ettigi en saglam argüman: 'kilise vergisini ödeyemiyorum, fakirim.'

  „Jesus im Limbus Domenico Beccafumi

Sonntag, 7. Februar 2010

kavramlarin hayati

biraz önce arte'de enthoven'nin baska bir filozofla (Jean-Claude Ameisen) yaptigi reportaji izledim.
enthoven diger heriften yaklasik 30 yas daha genc birisi olarak  ameisen'la hayat hakkinda felsefe yaptilar.
ilgimi ceken hayat hakkinda söylediklerinden cok, enthoven'nin cümleleri etrafa firlatmasi
ve ameisen'nin söyledigi cümleleri sanki yasiyor olmasi. enthoven genc yasta fransa'da kariyer yapmis
bir filozof (ayni zamanda sarkozy'nin suanki esiyle eskiden berabermis).
Ameisen emekliligine bir kac senesi kalmis hem taninmis bir bilim adami hemde filozof. enthoven ameisen'in cümlelerinden sıkılmaya baslayinca bir cok insanin yaslilara gösterdigi sahte sabir ve anlayisla cümlelerini bitirmesini bekledi.

ikisinin arasindaki en belirgin fark,  ameisen'in söyledigi cümlelerin anlamini vurgulayarak, duraksayarak söylemesi, digerininde bir an önce bilgisini yansitmaya calismasi. bu fenomen daha cok yasayan insanlarda cokca rastlanan bir durum. sanki tekrar basa almis, kücük bir cocuk gibi kelimelerin, cümlelerin icindeki anlamda, arasindaki iliskide yasiyorlar, belki böyledir, bir gelecegimiz varsa bizde görücez.

yasli olan kisi söyledigi seyin gayet iyi farkinda, icinde yasanilmislik, farkindalik evet hayat var, digeri söyleneni anliyor, mantik yürütüyor, bunuda gayet iyi yapiyor, ama cok soyut, cok matematiksel bir sekilde, hatta belki ona benzer seyler yasamistir, ama meselesi farkli. sanki biri (ameisen)  anlattigi kavramlarin, hikayenin icindeyken digeri hikayeleri ada olarak kullanip üstünden atliyor.

bu benim bu aralar daha sık rastladigim yeni nesilde gördügüm bir fenomen ayni zamanda, ki muhtemelen bende benden öncekiler icin böyle bir pozisyondaydim, muhtemelen. sanki yasamak kafadaki bos kavramlari doldurmaya calismak, evet zeka yas tanimiyor ama kavramlari dolduran tecrübede bir fark atiyor.
peki ya yasitlarimizla olan konusmalar, sanki onlar dahami basit, dahami iyi anlasiliyoruz, sanirim öyle, tüketmis oldugu zaman icerisinde ayni kavramlari -hatta asagi yukari ayni tecrübeyle- doldurmus olabilme ihtimali yüksek.
türkcedeki kavram kelimesi gercekten cok hosuma gidiyor, bu anlamda mesela gercegi kavramak gibi.

böyle gecen bir hayat, kavramakla, kavranilani bosaltip yeniden doldurmakla, bazen tamamen yoketmekle, hayati mi kavrama, kavrami mi hayata uydurmaya calismakla, ayni zamanda yazmaninda ilk kosulu olan kavramlarla ugrasmakla gecen bir zaman iste.
izlemek isteyenler icin: arte, philosophie, enthoven - ameisen

Samstag, 6. Februar 2010

Donnerstag, 4. Februar 2010

ekonomi ve dengesizlik problemi

gecenler ögretmen olan bir arkadasim almanca ögrenmek isteyen göcmen ögrencilerine, viyana'nin cografik anlamda bir cukura denk geldigi icin sehir olarak sansiz bir durumda oldugunu anlatmis, cünki üstü sürekli sis oldugu icin günes bir türlü gözükmüyormus - buraya kadar gercekten dogru - dolayisiyla avusturya'lilar bu yüzden mutsuzlarmis, onlara kizmamak lazimmis, yoksa onlar kötü insanlar digilmis. iste burasindan biraz süpheliyim. tabi ki kötü insan degiller orasi belli, yani hangi irk
kötüdür,böyle bisi yok, ama mutsuzluklarinin sebebi gercekten sadece günessizlikmi orasi tartisilir.
Sonucta viyana hayat kalitesi bakimindan avrupanin en iyi sehri secildi, dünya capinda ücüncü sirada, yani kapitalizmin en ilerlemis halini yasayan bi sehir, yani kontol toplumu olarak ilk sirada demektir bu, görüldügü gibi gurur duycak bir yeri yok, cünki bu cok net bi durum, kendisine bu kadar yabancilastirilmis bir sehir nasil mutlu olabilir, iktidarin bu kadar iyi oturtuldugu bir yer nasil mutluluktan bahsedebilir daha, intihar orani yüksek olan bir sehir hangi hayat kalitesinden bahsediyor daha, iyice paranoyaklasmis bir toplum en uslu tüketici mantigi galiba.

Günahsiz olan ilk tasi atsin

türkiye'de Ali Agca'ya bütük bi kitlenin yaklasim sekli sasirtiyor beni, ve kesin bir cok kisiyi.
Sanki katil kategorisi diye bir sey varmis gibi cogunluk tarafindan - ki bunlarin arasinda entellektuelerde var - asla affedilmemesi gereken bi insan olarak yaklasilmasi. insan hep insandir, cicek hep cicektir, ikisinin potansiyel olarak baska bi sey olma sanslari yok, ama katil diye bi kategori yok, cünki katillik bir özellik degil, istisnai bi durum, kötü bi tecrübe. insan neden katil olur dersek, muhtemelen cok ani bi sebep yüzünden, mesela kendini o an kaybetmek, gözünün dönmesi, yada cok önceden varolan psikolojik bozukluk denilebilir. (gerci belki benim bilmedigim bir kac baska sebebide vardir).
21. yüzyilda insan öldürmenin bir insan hali oldugunu yazmakta bir garip gercekten.

Donnerstag, 28. Januar 2010

quak - quak

 Dünya sahnesi her tiyatro oyunundan, her filmden daha gaddar. bunun tersini düsünmek benim cocuklugumun en büyük yanilgisi olmustur. Cocukken ne kadar cok yanilmisim, ne kadar kücükmüs büyükler, ne kadar oyuncakmis büyüklerin o anlasilmaz konusmalari, ne kadar anlamsizmis heveslendigim o gizemli dünya. elbette bunu simdi anlamadim, ama anladigimdan beri hep aklimdan gecer, bugünde, simdide, ve sanirim hep öyle olucak.

napmali? iktidar insanlarin özgürlüklerini geri isteyecek kadar bir baski uygulamiyor, yoksa insan özgürlügünü geri almak icin ayaga kalkardi ve elbette geri alirdi. aramizda sanki gizli iplerle bizi yönetiyorlar, ama yeterince göze carpmiyor, napmali, gidip bir kitapmi yazmali, bu bloga kac saat dökmeli, bir websitesimi yapmali, gazetemi cikartmali, ulu orta yerde vücutmu yakmali, aclik grevinemi girilmeli, napmali.
izledigim dünya ve yasamak istedigim dünya bogazimda sıkısıp kalmis bir kurba.

Samstag, 23. Januar 2010

schrödinger ve bilinc

bugüne kadar sadece quantum fizigiyle adi anilan Schrödinger bence bir Anaxogoras, yada bir Pythagoras kadar önemli birisi olarak algilanmali. Cünki bilinc üzerine yaptigi tez bütün bilincteorilerini gölgede birakiyor.
belki hatirlanmasi gerekilen bir sey: bilinc en eski medyum, insan ölürken bile kapatamiyor bu medyumu, buda zaten intiharin sacmaligina dair iyi bir argumandir, ve icinden hic disariya cikilamayan bir medyum bilinc, bu anlamda bir haphishane, ve bilinc hep ayni, ve hep ayni devamlilikta, ve bilinc hep var, ölümden sonrada varmi fizikte hala bi spekulasyon konusu. bazi fizikciler cok ilginc teoriler kuruyorlar bilinci enerji olarak ele aldiklarinda, ama gelelim Erwin Schrödinger'in bilinc hakkindaki sözlerine:
'bilincin dünyada bulunmamasinin sebebi icinde oldugun seyin bütününden bir parca bulamayasindir,  yani bütün dünya bilincinde yer aliyor ama bilimin yardimiyla dünyaya bilinci aciklayamazsin, cünki insan kendi icinde bir seyi tekrar bir parca halinde bulamaz' diyor. 
ya da intihar sanki bir filmde oyuncu olan bir figürün filmde icinde kendisini yok etmesi gibi diyor. filmin kendisi devam edicek ama onsuz. oysa o intihar eden figür filmin degismesini istemisti.
ilginc bir yaklasim. gerci heraklit'te buna benzer yorumlar yapmisti bilinc üzerine -verdigi örnekler ne kadar metaforik olsada.

Paul Klee, 1903

Zwei Männer, einander in höherer Stellung vermutend, begegnen sich.
Karsi tarafin daha yüksek bi pozisyonda bulundugunu sanarak karsilasan iki adam.


herrlich..

türkcesi:  Dünyanin bütün iyi insanlarina: Dünyada hala iyi insanlar oldugu icin tesekkürler!!! Beremi tekrar buldum!!!!!!!!

 

Freud'un Sofasi.

bir mahkeme salonundan daha estetik, ama islev olarak cok farkli olmasa gerek..

Freitag, 22. Januar 2010

Kendi devrinin oglu

basli basina bir kategoridir, özellikle felsefede. Bazen cok dahiyane bir düsünürü kendi zamaninin düsüncelerine indirgeyerek anlamaya, asagilamaya, önemsizlestirmeye vs. calisiriz. Mesela Aristotelesin fakirlere, kadinlara ve kölelere olan tutumunu - bilmeyenler icin: bunlar sürekli asagilanir Aristoteleste, bir nevi baska bir yaratilis sinifi gibi degerlendirir bu ücünü- tabi canim zamaninin düsünürüydü deriz ve onu oldugu gibi kabullenmeye calisiriz. Kant "asagi irklardan" bahserderken, mesela afrikalilarin iyi hizmetciler oldugundu sebeplendirmeye calisirken, yine döneminin oglu der geceriz, ve ayni seyi Hegel köle tutmaktan olumlu bahsederken, ve ayni seyi Nietzsche'yi kadinlara olan düsmanligindan, üst sinifa yeni etik anlayisini yükleyip alt (isci) sinifi asagilarken, ve bütün adalet anlayisinda, onlari sanki affetmeye calisiriz. Peki farkli bi zamanda gelip, mesela ortacagda bir sanatci, yada bi düsünür, yada ona benzer seylerle mesgul olan insanlarin düsüncelerini dünya 500 hatta 1000 sene sonra anlayinca bu kategoriyle degerlendirmemiz dogru olabilir mi, ve hangi mantikla?
Peki müslümanlarin Peygamberi Muhammed, vaktinde köleligin ortadan kaldirilmasindan bahsederken kendi döneminin oglumuydu? Ayni kategori bu örnege uygulanmiyor, cünki dönemine cok aykiri yaklasmis. Bu da bu kategorinin uygulanmasinin tutarsizligini gösterir. Bu tür konularla tarafsiz olmak lazim.
Ama aradaki fark basbaya ortada, cünki yukarda bahsedilen ogullar sadece kendi devirlerinin ogullari digil, onlar avrupada yasanan devirlerin ogullari, onlar bastan affedile.

Mittwoch, 20. Januar 2010

ein Gespenst geht um in Europa...

ein Gespenst das differenziert, erniedrigt und es spielt das alte Lied den der Osten allzu gut kennt. Unhaltbar ist es jeden einzigen Europäer dafür schuldig zu erklären. Laut schreit sie seit dem 15. Jahrhundert -also seit der Konquista- in die Welt dass auch sie eine Weltmacht ist. Für den unbeteiligen Beobachter aus der Ferne ist Europa eine großartige Zivilisation, der große Bruder der alles besser weil früher weiß, der vorgibt was menschlich oder unmenschlich ist, der Ort der Gerechtigkeit also. Der unbeteiligte Beobachter wird weiterhin unbeteiligt gehalten, denn er ist der Sohn einer anderen, nämlich einer fremden Mutter.

starynight


Dienstag, 19. Januar 2010

özgürlük - Foucault


gelecek hafta Foucault üzerine bir sunumum var, sunumun diger yarisini yapicak olan arkadasa bu konuda pek güvenmiyorum, konulari yanlis bulvarlara sürükleyebilir. asil takildigim mesele, nasil Foucault iktidar analizinde subjenin özgür oldugunu söyleyip, ayni  zamanda herseyin kontrol altinda tutuldugunu iddia edip, bunun yanisira kazanilan istatistikler yüzünden öznenin artik transparan özne oldugundan bahsetmesi, dolayisiyla özne ile iktidar karsi karsiya kaldiginda zaten karsi tarafa transparan gözüken öznenin adimlari coktan hesaplanmistir - ya iki sag ya üc sol. bahsettigi özgürlük nasil bir özgürlük bunu kavrayamiyorum, cünki yukardaki hesaplanilmis bir özgürlüktür, yani daha cok determinasyon. ama totaliter bi sistemde böyle bi özgürlük bile fazla sayilir. bakalim bu özgürlügü ücüncü projesindeki özne analizinde kurtarabilcekmi...

Montag, 18. Januar 2010

die Abgesondertheit und die große Idee

Dostojewskij, Die Brüder Karamasov, S. 488

"Darüber", fährt er fort, "daß jeder Mensch für alle und alles schuldig ist, über seine eigenen Sünden hinaus, darüber haben Sie völlig richtig geurteilt, und es ist erstaunlich, wie Sie plötzlich diesen Gedanken in seiner ganzen Fülle umfaßt haben. Und es ist wahrhaftig wahr, daß für die Menschen, sobald sie diesen Gedanken begriffen haben, das Himmelreich anbrechen wird. Und zwar nicht nur als Traum, sondern in Wirklichkeit." - "Aber wann", rief ich betrübt, "wann wird das sein? Wird es überhapt je anbrechen? Ist das nicht vielleicht ein leeres Traum?" - "Sehen Sie, ihnen fehlt der Glaube",

wenn's beliebt

Dostojewskij, Die Brüder Karamasov, S. 320

"Nikolaj Iljitsch Snegirjow, wenn's beliebt, ehemals Stabskapitän der russichen Infanterie, wenn's beliebt, durch seine Laster zwar mit Schmach und Schande bedeckt, aber dennoch Stabskapitän. Eigentlich müßte man sagen Kapitän Wennsbeliebt, nicht Snegirjow, denn erst ab der zweiten Lebenshälfte komme ich ohne 'wenn's beliebt' nicht aus. Das 'Wenn's beliebt' lernt man in der Erniedrigung."
"Das ist ganz richtig." Aljoscha lächelte. "Aber lernt man es unwillkürlich oder absichtlich?"
"Weiß Gott, unwillkürlich. Ich habe nie so gesprochen, mein Leben lang habe ich kein 'Wenn's beliebt' gekannt, aber plötzlich bin ich gestürzt, und als ich aufstand, war das 'Wenn's beliebt' da. Höhere Gewalt. Ich sehe, Sie interessieren sich für zeitgenössische Probleme. Aber welchem Umstand verdanke ich diese Neugier? Denn meine Umstände schließen Gastfreundschaft aus."

über die Eifersucht, Othello und hochgesinnte Herzen..


Dostojewskij, Die Brüder Karamasov, S. 611-613

Er gehörte eben zu jenen eifersüchtigen Männern, die sich sogleich, von der geliebten Frau getrennt, Gott weiß welche Greuel ausdenken, was sie anstellen und wie sie ihn dort irgendwo "betrügen" mochte, dann aber, kaum in ihrer Nähe, wenn auch erschüttert, niedergeschmettert und endgültig von ihrer Untreue überzeugt, beim ersten Blick in ihr Gesicht, in das lachende, fröhliche, zutrauliche Gesicht dieser Frau - sich augenblicklich wie neugeboren fühlen, augenblicklich jeglichen Verdacht von sich weisen und glücklich und beschämt sich selbst wegen ihrer Eifersucht schelten. Nachdem er sich von Gruschenka verabschiedet hatte, eilte er nach Hause. Oh, er hatte heute noch so viel vor! Aber es war ihm jedenfalls leichter ums Herz. "Ich muss mich so schnell wie möglich bei Smerdjakow erkundigen, ob nicht gestern abend etwas Besonderes vergefallen ist, ob es ihr nicht eingefallen ist, Fjodor Pawlowitsch zu besuchen, o Gott!" - fuhr es ihm durch den Kopf. So geschah es, daß die Eifersucht, noch bevor er seine Wohnung erreicht hatte, sich von neuem in seinem rastlosen Herzen regte.