Samstag, 5. November 2011

ERINNERUNG AN DIE EINHEIT 101

 
Es ist nicht wahr
weil es nicht wahr sein darf
dass es je
eine EINHEIT 101 gab
die von Isreal aus
über die Grenzen ging
und Araber tötete
Männer Frauen und Kinder

Es darf nicht wahr sein
daß Medizinstudenten
in Israel
denen die Orthodoxen
das Beschaffen von Leichen
zum Sezieren zu schwer gemacht hatten
Leichen bestellten
bei der EINHEIT 101

Es darf nicht wahr sein daß
der jordanische Offizier
dessen Erschießung man zugibt
in Wirklichkeit
ein libanesischer Arzt war
(Dr. Manzour unterwegs zu einem Patienten)
der Meir und Schlomoh
vergeblich bat um sein Leben

Von der EINHEIT 101
hat die Armee keine Kenntnis
obwohl die Einheit
jeden Streifzug im Vorhinein
dem Distriktkommando gemeldet hat
um bei der Rückkehr
nicht unters Feuer
der eignen Leute zu kommen

Erich Fried aus „Höre Israel“

Samstag, 29. Oktober 2011

yasagin verimi

Paulus ve Lacan'a göre öznenin yasak iliskisi cok verimli bir iliski - bunu ne positiv ne de negatif görüyorlar. yani yasak oldugu icin bi takim 'günahlar' cigneniyor, arzu iliskileri kuruluyor. bir eksiklik bir orda olmayani arzulama durumu, tabi ki sadece yasak olanla insa olmuyor bu iliski. mesela felsefe tarihinde söyle bir prensip herkes tarafindan kabul edilmis: celiskisiz düsünce. misal: üzerinde yazdigim masa hem kirmizi olup hemde siyah olamaz, ya kirmizidir ya da siyahtir. baska bir örnek aristotelesten olsun: yürürken önümde bir cukur görüyorum hem o cukura basinca düsebilcegimi düsünüp hemde düsmeyecegimi düsünmem bir celiski. bir karar verip ya basmam ya da basmama gerekir, her iki eylemi ayni anda yapamam. cok kaba üstünden gectim ama sanirim örnegin icindeki mantik net. simdi A = A örneginde tamda bu söyleniliyor, A ya masadir ya masa degildir, A ya cukurdur ya degildir, ama her ikisi ayni anda olamaz. eger A = A ise o zaman burda bir celiskide yasaklanmis oluyor yani tertium non datur, bu ikilem icinde bir ücüncü alternatif yasaklaniyor. bunu anlatmasi cok daha güc. ama A = B demek bizi bir yere götürmez, ben cukura düsüp düsmeyecegimi kestirirken cukurun bir merdiven olabilcegini düsünmem sacma olur. ya cukurdur icine düsübilirim ya da degildir üstünden gecerim, bu iki alternatif arasinda düsünürken bir ücüncü B cikmasi aklin calisma bicimine denk degil, denk olmadigi icin ücüncü alternatif yasaklanir. bu anlatim bicimi cok kaba oldu ama asagi yukari bu denmek isteniyor bu ilke ile, yani türkcesi sanirim özdeslik yasasi. 
aklimiz böyle calisirken sürekli bir celiskide takili kalmamizin sebebi bu olabilir mi acaba, belki hicte akil tembelligi degildir. yani celiskilerden uzak durmaya calisirken belki tam da bu Paulusun bahsettigi yasak iliskisi bizi kendimizle tutarli düsünme biciminiden alikoyuyor olamaz mi? celiskisinin varligi, celiskiye düsmek, yasagi kirmak, tutarsizligi yasamak  belki cok cazip geliyordur, belki Freud'un Todestrieb'i budur, belki bu iki dogru arasindaki cazip iliski icinde varolabiliyoruz. Sigarayi icmenin zararli oldugunu bildigimiz halde iciyorsak, vs. vs. bu bizim kendimizi hayatta tuttma güdüsünün tersi olan ölüm güdüsünün üzerimizdeki agirligi, kendi kendini yok edebilme ihtimalinin bilinci ve bunun keyfi neden olmasin.

Freitag, 14. Oktober 2011

bilgi

insanin bilgi iliskisi cok fenomanl bir sey gercekten. hegel bilgi kendisine geldiginde - ulastiginda cemberine yeniden baslar diyor. yani bilgi bilginin arkadasindan kosuyor - sürekli olarak. ama tabi hersey bilgi icin demek zor. mesela heidegger biraz daha romantik yaklasiyor olaya sevgilisine söyle hitab ederken "seni düsündügüm icin, sendeyim.." yani birisini düsünmek onda olmak demek, bu düsünceye ontolojik bir boyut kazandiriyor heidegger. 
birazda su cikmiyor mu burdan: neyi düsünüyorsak ondayiz, dolayisiyla ne düsünüyorsak o yuz gibi cok subversiv bir söylem cikiyor. beynine bir sürü düsünce bicimini davet etmemis insanlarda biraz da bundan yakiniyoruz - ki bende kendimde bundan yakinirim - ne kadar azsin, ya da ne kadar bossun, sanki bütün o fikirler Dostojewskinin dedigi gibi insanin karakterini gösteren unsurlar. Kant'inda dedigi gibi insanin ruhunu fikirlerinde görüyoruz. ne kadarini icine almis ya da gelistirmis diye.. Hegel icin bilgi saf bilgi degil, tabi ki en cokta Ötekiyle kazanilan bilgi bu, hegel'in bir cok düsünürden cok daha modern bir düsünür oldugunu düsünüyorum, bize belki hepsinden daha yakin olan bir düsünce tarzina sahipti. bunun sebebide sanirim tamamen soyut kavramlarla calismasi sanirim.

Sonntag, 25. September 2011

sorunsallar

universitedeki hiyerarside yükseldikce insanlarin apolitiklestigini düsünüyorum, sanki yükseldikce hayatin o tabanindaki problemlere yabanci kaliyorlar, o en basit sorunlari algilayamaz hale geliyorlar. cünkü o en büyük problemlerle ugrastiklari icin, ve o en büyük problemlerle ugrasanlara olan sadik olma duygusu onlari hayali satolarda yasamaya itiyor ve günümüzün, cagdas problemlerin yabancisi olmaya basliyorlar, ne bir göcmen sorununu bilip, ne ekonomik problemlere isaret eden ya da sosyolojik fenomenlerle herhangi bir baglanti kurup cözme girisimlerinde bulunmuyorlar. sanki felsefe asrin arkasinda kaldi oysa önünde yürüme gibi ickin bir söylemi oldugu halde. o anlamda tabi Zizek gibi adamlar her zaman daha basarili olur, olsun da zaten.

Samstag, 17. September 2011

insan hayalleri

adi Mustafa olsun, geldigi yer Türkmenistan olsun, zaten oralardan bir yerden geliyor, kendisi dostum olurdu.
cok zekidir kendisi, cokta iyi niyetli. kendi caginin son dinorozu. bir gün ikimiz yine konusuyoruz..

sicak, iyi niyet cercevesinde ilerleyen bir sohbet, her ikimiz kadin ve erkek hakkindaki düsüncelerimizi belirtiyoruz, biraz aci var ses tonumuzda, biraz da ümit, yasanmisligin verdigi kesinlik ve biraz da hayal. bu dalgalar ses tonumuzda akanlar, bir de tabi akmayanlari, ya da akipta duyamadiklarim var. kadin hakkindaki düsüncelerini dinliyorum, öfkeleniyorum. elestiriyorum, elestirme diyor. bütün erkekler bunu ister diyor. susuyorum. cok naif belki ama kirilmis bir kalple evime gidiyorum. he, ne diyor Kur'an ve daha öncesi Tevratta, bir kisiye yapilan kötülük sanki bütün kainata yapilmis. aynen öyle hissediyorum kendimi. kafasindaki model bütün kadinlari asagiliyor, ve sanki en cokta beni.
bir seyler kiriliyor, suna kalp diyelim. haysiyetime dokunan düsünceler..  kafamdaki Mustafa cöküyor icimde, neye daha cok kirilsam bilmiyorum, cünkü Mustafanin kafasindaki kadin gercege ihanet ediyor, her iki anlamda. ve Mustafada benim kafamdaki Mustafaya ihanet ediyor, gercek ideal ile yer degistiriyor. ve ben bu yer degisiminide kiriliyorum. nerde o zekasina cok güvendigim Mustafa, nerde bütün o asagilik seylerden ötede duran Mustafa.
Mustafa o andan beri dostum degil, uzak bir arkadas gibiyiz, bir daha bu konuyu konusmadik, ama sanki pandoranin kutusunu artik kapatmaya cok gec gibiydi, bir iki konuda daha ayri düstük, bir iki kez elestirdim, yine iyi niyetli, hakaret etmeden, incitmeden, yine sus dedi. o an anladim biz dost degilmisiz zaten. eyvallah, Mustafayida büyütmüsüm gözümde, oysa ideallerimle gerceklige anlayisli davraniyorum, ortayi hep bulmaya calismisimdir. neyse, zaten insanin en büyük tragedyasi kendisine benzeyenleri aramak degil mi?
sanirim bu kadin erkek iliskilerinde hepimiz idealistiz, cünkü varolmayani varolanla, ya da var olacak olanla algiliyoruz, sessizce talep ediyoruz, vs. vs. en realist iliskilerimizde bile bu böyle. o anlamda gercek ve en gaddar idealizm bu olsa gerek.






Donnerstag, 15. September 2011

gecerken

okunmasi gereken cok kitap vardi, artik bir limana gelindi, bir sürü acik ile, eksik yerlerde hala kan durmak bilmiyor, ama basilan yer insani tasiyor, okunur, elbette zaman olursa okunur o kitaplar, quantumlardan tekrar baslanilir, zaman teorileri iyice oturturulur, platonun bütün diyaloglari ve aristotelesin en tartisilir yazilari ezber derecesine getirilir, hegelin fenomenolojisi, kantin pratik felsefesi, hatta postmodern filozoflar tekrar gözden gecirilir, sonra tekrar dostojewski okunur, binlerce not alarak, mutlaka izlenmesi gerekilen tiyatro oyunlarina yasanan cagi daha derinden hissetmek icin, yeninin ne kadar eski oldugunu anlamak icin, aslinda günümüzün insani olmak, yasadigimiz cagin bilincini paylasmak  icin tiyatroya ve evet sergilere gidilir, saglam ve yeni bir müzik arsivi yapilir, iyi müzik mutlaka bulunur, spora devam edilir, vucüda iyi bakmak gerekir, kim bilir belki sigara gercekten birakilabilir, sonra daha politik olunabilir, hem pratik hem teorik aktif olunabilir, insan mutlaka kendi bilincine erismeli, kendisini tamamlamali. bir sekilde..

Samstag, 3. September 2011

sessizlik

gitme zamani geldiginde söylenecek pek bir sey kalmamistir, pek cok sey söylenildigi icin o noktaya varilmistir, söylenmesi gerekilenler o düsüncelermiydi, ya da düsünülmesi gerekilenler o fikirlermiydi, orasini düsünmek icinde artik cok gec. evet gectir. vaktinde yasanilmayan, söylenmeyen her düsünce icin gectir. adam gibi kalkilir o sofradan, adam gibi atilir bundan sonraki adimlar, erken ve gec noktalari arasinda oynanan oyunlar, aklin oyunlari, insanin oyunlari orda birakilir. belki hala bir kac rituele gerek vardir, bir kac sigaraya - iciliyorsa, bir kac müzige, bir kac adima, bir kac cümleye, ... önemli olan ses cikarmamaktir.

Samstag, 27. August 2011

sevismenin bilincteki kalite farki

sevisme eylemi kendisini sanki aklin tavsiye etmedigi insan üzerinden gerceklestirmek istiyor. bütün sevismediklerimizle sevismis olsaydik, yine ayni yola cikicakti. 'hakkimiz'/ 'dogru olan' oldugunu düsündügümüz insanlarla sevistigimizde yukardaki bahsedilen sevisme eyleminin bilinc farki ortaya cikiyor, bu bilinc farki da sevisme eyleminin bilincteki kalite algisi. (kalite algisi burda genel anlamda kullanilan kaliteden cok iki ayri olguyu birbirinden ayirt eden kriter olarak geciyor). o yüzden zaten sevisme arzusu bu anlamda ikiye ayriliyor, biri iste o fazla zorlanmadan olan sevisme arzusu digeride o dayanilmaz, karsi durmasi zor olan sevisme arzusu diyelim. cünkü bu sonuncusu kendisi icin yasak olanla sevismeyi barindiriyor, bu durumda aslinda karsi tarafin cekiciliginden cok, tamda bu eylemi bu sekilde gerceklestirmek asil cekici olan sanki, yani o yasagi ezip gecmek. belki bir bilincalti motoru, belki insanin en büyük kör noktalarindan bir tanesi, ya da bu yasak arzu iliskisinde insanin zayifligi, insanin bu sekilde kondisyonlanmis olmasi böyle garip bir azusuyu ateslendiriyorda olabilir. Iste bu tür durumlarda (ve tabi sadece bu türlerinde degil) biraz Freud bilmek önemli.


Michel Foucault: Die Heterotopien

"Wir leben nicht in einem leeren, neutralen Raum. Wir leben, wir sterben und wir lieben nicht auf einem rechteckigen Blatt Papiert. Wir leben, wir sterben und wir lieben in einem gegliederten, vielfach unterteilten Raum mit hellen und dunklen Bereichen, mit unterschiedlichen Ebenen, Stufen, Vertiefungen und Vorsprüngen, mit harten und mit weichen, leicht zu durchdringenden, porösen Gebieten. Es gibt Durchgangszonen wie Straßen, Eisenbahnzüge oder Untergrundbahnen. Es gibt offene Ruheplätze wie Cafés, Kinos, Strände oder Hotels. Und es gibt schließlich geschlossene Bereiche der Ruhe und des Zuhause. Unter all diesen Orten gibt es nun solche, die vollkommen anders sind als die übrigen. Orte, die sich allen anderen widersetzen, neutralisieren oder reinigen sollen. Es sind gleichsam Gegenräume. Die Kinder kennen solche Gegenräume, solche lokalisierten Utopien, sehr genau. Das ist natürlich der Garten. Das ist der Dachboden oder eher noch das Indianerzelt auf dem Dachboden. Und das ist - am Donnerstagnachmittag - das Ehebett der Eltern. Auf diesem Bett entdeckt man das Meer, weil man zwischen den Decken schwimmen kann. Aber das Bett ist auch der Himmel, weil man auf den Federn springen kann. Es ist der Wald, weil man sich darin versteckt. Es ist die Nacht, weil man unter den Laken zum Geist wird. Und es ist schließlich die Lust, denn wenn die Eltern zurückkommen, wird man bestraft werden."

Samstag, 6. August 2011

insan

insanlar kendilerinin ve digerlerinin celiskileri etrafinda dönüp duruyorlar..

Montag, 20. Juni 2011

foucault&kant

etik olabilmenin kosulu özgürlük, ayni zamanda özgürlük ancak etikle gerceklesir.
(bkz. hayatiniza olmadi foucault & kant'a)
ne kadar ilginc dimi, etik olmanin kosullarinin özgürlügümüzde yatmasi. bu kadar denetlenirken, bu kadar disiplin edilirken, bu sistemin ahlakini, sinirlarini bu kadar tanimis, icerlemisken nasil farkli olabiliriz, nasil yeniyi dogurabiliriz.. hayat bütün siradanligiyla bu kadar özel iken, ve bu özelligi sadece bir kez tadabilirken - sonucta herkesin bir ömrü var - ne kadar akil almaz bir durum hayatlarimizin bu denli icine sicilmasi ve bu denli iktidar bunu yaparken bu denli onla hem fikir olmamiz. belki sonuncusu daha kötü. iktidarla ayni zarlari atanlar bizi pek düsünmüyor, belkide hic düsünmediler, bize bizi düsünecek devrimcilar lazim, bize bizi düsündüren ben'ler lazim, ve düsündürüp pratige uygulayanlar daha da mühim. biz bu ezikligi ne zaman kabul ettik, biz bu yalani ne zaman ontolojik düzen olarak hazmettik, biz kendimizi ne zaman sattik? öte yandan kendi icimizde gercekten bütün bir insanlik icin hareket edebilirmiyiz? hic kimse bu kadar 'yüce' olabilir mi? kendinde gördügü insanlik adina yaptigi yücelik bir baska yanilgi olmasin? adina komünizm dedigi o yüce medeniyet anlayisi bir hayal olmasin? hiristiyanliktan ya da diger dinlerden kalan bir cennet vaadi olmasin?öte yandan cennet vaadi bir ütopya gerekliliginin bir sembolu olamaz mi? insan ütopyasiz yasayamaz bir varlik olmasin? insan her durumda bir ütopyaya ihtiyaci olandir belkide. her zaman durumlarin daha iyi olabilecegini, insanin kendisini daha iyi gelisterebilecegini, ya da daha iyi yasabilecegine inanmak insanin daha cennet demeden önce, daha ideal kavramini insa etmeden, daha komünizmlere binlerce yil önce icinde hissetigi bir arzu, hemde insanin icinde gerekli bir arzu, gerekli bir akil kategorisi oldugunu düsünüyorum.

Freitag, 29. April 2011

bosluk boyutundaki esitlik



sanirim algi degismedikce kadin adina cikan hicbir yasa kadinin toplumdaki yerini degistiremez. kadinlarin kendilerini 'bilincli' bir sekilde ayni kadin düsmanligi yapan mantikta algilamalari, bu oyunu ataerkil zihniyetle paylasmalari, bu kendine olan zulümleri aslinda öznenin Lacan'ninda dedigi gibi ne kadar bos bir kap oldugunu göstermekte. bu bos bir kap olusu iste onu diger öznelerle esit kiliyor gibi. bos bir kap burda akil etkisi altinda durmayan bos bir sey olarak ele almiyor. daha cok bu boslugun üstüne iste belirli anlamlar yükleniyor ve bu anlamlar dahilinde özne öznelesiyor. bu boslukta esit olma durumu üzerinden acaba bir esit olma kavrami kazanilabilinir mi? sanirim kazanilabilinir. ama iste yasam sürecleri boyunca o kap dolmaya basladikca o esitlik yitiriliyor, kadina - özellikle doguda - pek haysiyetli kavramlar yüklenmiyor, garip bir gelisim geciriyor, bu garip gelisimi savunmaya baslayan basi kapali kadinlar cikabiliyor karsimiza. iktidar Foucault'unda dedigi gibi ne kadar 'inciden dügümler atiyor'. o bos kabin dolmasiyla esitligini kaybeden kadin demekki verilen anlamlar kapsaminda öznelesiyor, yani kadin algisi boyutunda degisiyor. o anlamda algi degismedikce kavramlar degisse bile bir esitlik saglanamiycak diye düsünüyorum..

 

Dienstag, 26. April 2011

Eine Problemantinomie

'Die Differenz des Kantischen Antionomienbegriffs zum zeitgenössischen Begriff strikter Antinomien', Ernst Richter: "Ein wesentlicher Unterschied zwischen beiden liegt ja darin, daß sich, während Kant seine Antinomien gleichsam von außen begründet, strikte Antinomien wechselseitig selbst begründen. Als latent antinomisches Beispiel kann die exponierte Aufforderung “Sei spontan!”  herangezogen werden. Der Clou ist doch, daß man dieser Aufforderung (keiner äußeren Determination zu folgen, sondern dementgegen selbstbestimmt zu handeln) genau dann folgt, wenn man ihr nicht folgt und umgekehrt. Ein m.E. in mehrerlei Hinsicht lehrreicher Topos der von mir ansonsten nicht sonderlich geschätzten transzendentalpragmatisch-antinomientheoretisch orientierten Dialektiker. Eine Problemantinomie zudem, die mir in ihrer ganzen Subtilität bisher noch gar nicht  hinreichend ausgeschöpft zu sein scheint."

Sonntag, 24. April 2011

konusanin yalnizligi

dili kullanarak genel gecerliligi olan seyleri karsi tarafa aktarmak bir cok arastirmacinin da söyledigi gibi (mesela Vilém Flusser) insani yalnizligindan kurtaran, bir paylasim araci. oysa sanki dili kullanarak hissedilenin, düsünülenin icini bosaltiyoruz. sanki dil tamda söylemek istedigimiz seyin yanindan siyrilarak geciyor. hatta söyle söylenenebilir dildeki kullandigimiz genel isaretler özelimizde hissetigimiz olgular ile tam olarak örtüsmüyor. genel kavramini burda herkesin anladigi ya da anlayabilecegi mantik, görü olarak kullaniyorum. ama her dilin kendine özel mutfaklari, ocaklari, kendine has kuytu yerleri oldugunu düsünüyorum. dil herseyden bagimsiz bir olgu olarak gelismedigi icin o dili kullanan insanlarin kültüriyle sentezlesiyor - dogal olarak. bu tür bi dinamizimde dil belirli konulara hassaslik kazaniyor, mesela belirli bir alan icin daha cok kavram kullaniliyor, belirli alanlari anlatmasi daha güc, cünkü o dili kullanan insanlar bir alanda daha cok pratik yapmis oluyor. dili kullanirken iki türlü bir gayrete giriyoruz, ilkin kendimizi anlatabilmek, ikincisi karsi tarafin bizi anlamasi, bu iki gayret birbiriyle örtüsmüyor, ama basarili bir konusmanin tamda bu oldugunu düsünüyoruz genelde. 
benim burda kafami kurcalayan olay eger böyle bir kültürümüz (neoliberal) olmasaydi o zaman da dilin genel mantigi böyle olurmuydu, yani eger daha farkli gelismik olsaydik, mantigimiz farkli bir kültürden gecmis olsaydi nasil olurdu. icimden bir ses bunun böyle olcagini söylüyor, ama kestiremedigim sey bu dil acaba nasil olurdu, yine özne ve sifat ayri düsermiydi, yani descartes'in mantigiyla sekil almayan bir dil hangi özne-sifat mantigi ile kavrulurdu. sanirim sifat özneden bu kadar uzak olmaz, dünya özneden bu kadar gayri olmaz, birbirleri bu denli bir yabancilasma cekmezlerdi. kendimizi anlatmanin sorunu bu olabilir mi acaba, bizde bu mantikta yogrulduk ve düsünüyoruz ve tabi ki bunun descartes önceside var, yani bir düsünüre ya düsünürlere yüklenmeden uzun bir tarihide sorumlu kirabiliriz.
peki pek konusmayan insanlar dilde ki bu mantigin ayrimina, bölücülügüne girmeyerek daha rahat olan insanlar mi acaba.ya da cok konusmayan insanlari biz bu yüzden mi semptatik buluyoruz, bizide böyle bir ayrimciliga sürüklemedikleri icin mi. cünkü konusuldugu zaman o dalinda oturtugumuz koca agacin sallanmaya basladigini, dallarinin cok fazla ayrima ugradigini, yer degistirmemiz gerektigini farkediyoruz. özelligimiz ve onunla el ele giden yalnizligimizla hesaplasiyoruz, öyle ya da böyle oturdugumuz yerin rahatligini kaybediyoruz, ya daha asagi ya da daha yukari tirmanmamiz gerekiyor, cok ender ayni dala oturabiliyoruz konustugumuz kisiyle. bu da iste diliin özneyi süblimlestirici özelligi denilebilir. belkide daha iyi konusabilmek icin, yani daha iyi yasayabilmek icin kendimizi - bu da neoliberalizmin en büyük söylemi - degilde dili degistirmemiz lazim. bundan kastim dilin kendisini yani isaret ettigi kavramlari degil, onu kullanis bicimimizi. bu belki insanoglunun en büyük ütopyasi ama ütopyalar bilindigi gibi gercekligi tehdit eden subversiv düsünce mimarileridir, ve gercekliklerimiz onlarin varliklariyla gelisir.

Mittwoch, 13. April 2011

irklar bilimi: etnoloji

bütün iyi niyetimle sunu söyleyebilirim ki avrupalilarin sosyal zekasindan süphe duyuyorum. pek gelismedigini düsünmekteyim. ne kadar analitik bir zeka seviyesine sahip olsalarda bunu oturtabilcekleri bir sosyal zeka orantili olarak gelismemis. bu tür seyleri söylemekten her zaman geri cekinmisimdir, yani bu tür seyleri düsünmek istememisimdir, sonucta bu tür düsünceler hep sahibine zarar verir. bir de bu bati-dogu dualizmine her zaman karsi ciktim, her iki tarafin kendilerini begenmesine, ötekilestirmesine, bu tipik düsünce sekillerinin tuzagina düsmemeye calismisimdir.

bir kültürün hem bu kadar gelismis hemde bu kadar gerici olabilme strüktürü, mantigi, ihtimali var midir acaba. müzikte, resimde, matematikte ve bir cok seyde bu kadara gelismis bir kültür insan iliskilerinde niye bu kadar yabanci, niye bu kadar barbar acaba?

'etnoloji' diye bir bilim dalini ancak almanlar uydurabilirdi (almanlarin bu kimlik problemlerini bir baska yazimda ele almistim M. Frank'in bakisiyla beraber). 19. yüzyilin baslarinda uydurulan bu dalin önceki ismi 'halklar bilimi' (Völkerkunde), amac avrupa disinda yasayan ve yazi kültürüne sahip olmayan, onlarin deyimiyle 'medeniyete sahip olmayan' etnik halklari arastirmak. ama ilk hali 'irklar bilimi'-dir. mesela nasyonal sosyalizim de bir sürü Nazi misyonerlik amacli dünyanin dört bir yanina (yani sadece almanlari ve yahudileri degil) dalip, ölcmedikleri kafa tasi kalmamistir. ama sorun burda yatmiyor. daha cok nasil bir kültüre sahipsin ki irk bilimi adi altinda kalkip tanimadigin ve bir cok istenmedigin etnik gruplarin arasina girip, onlarin vücut ölcülerini alirsin, onlari tehlikeli yolculuklara ikna edip sefer de ölmelerine sebep olursun, kadinlariyla yatip cocuklarina sahip cikmazsin, yerlileri asagilayip onlari yemek yerken, dans ederken, sex yaparken izleyip, resmini cizip, kameraya cekip iyi bir halt isledigini sanirsin. ve bütün bunlari yaparken bilim adina diye gururlanip insan haysiyetiyle oynarsin. ayni asagilik davranisi 60 ile 70'li yillarda (bildigim kadar) almanya ve avusturya'ya göc eden 'yabanci' (türkler ve yugoslavlar) iscilere yaptilar.

dolayisiyla yahudi katliamini bir psikopata bagliyamayiz, hitler baskalarinin kuklasiydi diye düsünüyorum, hitler buna hazir olan bir almanya'nin, bir avusturya'nin (ve belki bir cok baska avrupa sehirlerinin) kuklasiydi, en önemlisi buna hazir olan bir kültürün maddelesmis, gerceklesmis, surat kazanmis, adlandirilmis bir kavramin, zamanla olgunlasan bir fikrin, bir olusumun sonucuydu Hitler.  Tabi ki sebepleri ayni zamanda ekonomik, ama sadece ekonomik degil. Baska bir kültürde imkani olamayacak bir sey gerceklesti yahudi katliaminda.
Gittigi bir yere cay istemeye, agir laf etmeye cekinen baska bir kültürde böyle bir katliam söz konusu olabilir miydi acaba, acikcasi sanmiyorum, nasil her sözün, her düsüncenin, her davranisin ve her seyin olma kosulu varsa, bu tür fenomenlerin de bir olabilme kosulu var.
ayrica olay herhangi birisinin yapabilecegi ya da yaptigi siddet degil, zaten siddetin en igrenc suratlarini nerdeyse her savas ta görebilirisiz. sonra kültür akil disi bir olgu degildir ki, ikisi de birbirini etkiler, dolayisiyla zeka tasimayan bir davranis bize ters gelir, nasil kültürden gecmeyen bir akil ham geliyorsa. zekanin pratikle bulusmadigi her an bir celiski, bir izdiraptir. analitik zeka sosyal zekaya orantili bir sekilde oturmak zorundadir. yoksa böyle feci sonuclar ortaya cikabilir.

Freitag, 1. April 2011

roman

oblomov bitti. trajik bir son. hicbir figür umut ettigi mutlulugu yakalayamadi.
hizmeticisi ile olan ilikisi icin utanmamaliydi(!), gerci marx'ta, hegel'de utanmisti, gelenek olsa gerek..

das Unrecht und der Zionismus

Zwei Auszüge aus Gedichten Erich Frieds:


Das Unrecht
ist immer noch Unrecht
Der Rassismus der Zionisten
ist immer noch Rassismus
Die Vertriebenen
sind immer noch vertrieben
Ihre zerstörten Dörfer
sind immer noch zerstört
Ihre gerechte Sache
ist immer noch gerecht
Und ihre Hoffnung
ist immer noch die Hoffnung


Weil faschistische Mörder
Juden vertrieben haben
Sollen jetzt faschistische Mörder
die Palästinenser
die unschuldig waren
am Tod der Juden Europas
so ermorden wie damals
die Juden ermordet wurden

Weil es Juden und Linke gibt
die das Wahnsinn nennen
und den Mördern nicht helfen wollen
bezeichnen die Zionisten
diese Linken als Nazis
und die antifaschistischen Juden
als „jüdische Antisemiten“
und „Verräter am eigenen Blut“

Freitag, 4. März 2011

antisiyonizm

anti siyonizm demek zionist düsünceye karsi olmak demektir -en kolayindan.
sionizmin arkasinda ne var dersek, ilkin emperyalizmi kendisine program haline getirmis olmasi (Jakob Goldberg „Das Wesen des Zionismus“, 1972).
yani anti siyonist olan birisi ayni zamanda antiemperyalist olmasi lazim, yani kapitalist olupta antisiyonist olmasi biraz garip olur. sorun su ki israil politikasi hep emperyalistti ve herzaman emperyalist güclerle anlasmaya hazirdi, ve anlisiyor da. dolayisiyla bugün israil politikasini elestirmek ya da antisiyonist olmak biraz da marksist bir elestiri mantigi üzerinede kuruludur, kesinlikle duygusal bir tepki degildir, yani araplarla bir empati icerisinde olmaktan meydana gelmez. ne zaman özellikle bir dogulu bu elestiriyi yapsa bu tür bir argüman cikar karsisina ve gözünü acip kapamadan antisemitist olur. bu öldürücü argümanin tuzagina düsmemek lazim!

sonra ingilterenin zionistlere israili vermelerinin sebebi israelin batiya (emperyalist güclere -ingiltere, amerika ve almanya) yaptigi teklif yüzünden olmustur, bizi koruyun ve yatirim yapin bizde size asya planinizi -yani ortadogu planinizi gerceklestirebilmeniz icin (barbarlara karsi kültür savasi altindada gecer almanya'da, ya da almanyanin dünya politikasindaki' büyük dogu rüyasi' diye)  firsatlar yaratalim, mesela savunmanizi ve askeri hareketlerinizi burdan, yani israilden yapabilmenizi saglayalim diye anlasma imzalanmis, bu anlasma hala gecerliligini koruyor ve belgelenmistir. (Lord Melehett'in (ingiliz siyonist) "Daily Telegraf"'a gönderdigi mektup, 14.6.1937) bu konudada cok basarili olmuslardir zaten.

sonra siyonizm kendisini din üzerinden tanimliyor, bu antisiyonist olmak icin bir sebep degil ama kendilerini ilk, özel, secilmis irk olarak tanimlamalari, yani bütün varoluslarini kendi irklari üzerine dolayisiyla dinleri üzerine kurmalari ayri bir radikalizm. (XXVII Siyonist Kongresi, 1968, Jerusalem, -israilin dis bakanligindaki bilgiservisinden 1969 ).


siyonizmde kendi kendine olan irkciligi, yani kendini temellendirdigi irkciliginin yanisira bir de arap düsmanligi, yani arap irkciligi vardir, Borochow'da (1964) Herzl gibi 1300 seneden beri filistinde yasayan araplarin 'yahudi kolonizasyonun' da yahudilerin getirdigi kültüre kesin olarak asimile olmalarindan yana. (B. Borochow, "Unsere Plattform", Paris, 1964). bu konuda zaten oldukca basarili oldular. asimile etmeyi birak yok ettiler, bu bir katliam degilse nedir bilmiyorum.

1933'ün almanya'sinda antisemitizm terörü baslarken sionist bir gazetede: "Biz de saf ve dürüst bir iliski icerisindeyiz kendi irkimizla, o yüzden siz almanlari gayet iyi anlayabiliyoruz, cünki sizin de amaciniz irkinizin temizligi -safligini korumak. iste bu prensibe bizde karsi gelmek istemedigimiz icin karisik-evliliklere (yahudi ve alman), kültürel sinirlari gecmelere, yahudi irkinin saf tutulmamasina karsiyiz, ve alman kültürünün yaptiklarini büyük bir hayranlik ve dürüst bir katilimla izliyoruz." (21.6.1933, "Jüdische Rundschau"). maalesef buna benzer bu durumla empati kuran bir kac belge var (siyonistlerin durusunu yapilan katliama karsi gösterdikleri empatiden). bütün dünya yapilana bas kaldirirken, propaganda icindeyken, ya da yardim - yahudilere davet gönderirken (mesela türkiye gibi) - 1933 yazinda Prag'da olan XVIII. Siyonist Kongrede, yahudilerin Almanya'da olan durumu hakkinda hic bir söz gecmemistir. Chaim Weizmann, siyonizm hareketinin baskani, 1935 te XIX. Siyonizm Kongresinde ".. yahudilerin almanya'da baslarina gelenlere tek cevap büyük, güzel ve adilce kurulucak olan bir Israil'dir (Erez Israil)." demistir. (Klaus Pohlkan, "Horizont" 1970). Yinede burdan bir cok yahudi irkciligi yapanlar gibi israilin yahudi katliaminda büyük paylari oldugunu söylemek, yada tesvik ettiklerini iddia etmek cok yanlis olur, en azindan benim ne aklim ne de vicdanim buna el vermez. Yahudi katliami sirasinda yapilan talihsiz sionist yorumlari en azindan bütün bir israil, ya da israil politikasiyla bütünlestirmeye gerek yok.

ayni zamanda  bugün israil'de bu tür bir siynonizmi ortadan kaldirmaya calisan israilliler var, bir ulus olmaya calisanlar bunlar, dolayisiyla her ulus olmaya calisan yahudinin arkadasinda siyonizm ideolojisi yoktur. sionizm reaksiyoner, bastan beri emperyalist, yahudi sosyetesinin kurdugu ve devrimci isci sinifina karsi savasan ulusalci bir ideolojidir. (1903, Theodor Herzl Zarin icisleri bakani Plehwe'ye yazisinda isci sinifina karsi yürütülen savas ve isci sinifini savunan partilerin siyonizme olan tehlikesini anlatir).

Son kertede kac tane filistinliyi öldürdükleri, ve akil disi metodlar kullandiklari, bugün kimseyi israelin elestirmemesi, ve elestirildiginde hemen antisemitist ilan edilmesi, yani bunlari hic saymaya gerek yok sanirim. tabi bütün bu filistin-israil problemini kendi cikarlari icin kullanan diger politikalarda, yani devletlerde suclanmasi lazim, ve araplarin bu duruma duruslari zaten oldukca celiskili ve elestiriye acik, o yüzden lanet edilcek bir durum bu durumun bütünü. Yinede bütün bu sebeplerden dolayi anti-siyonist olmak sart, sadece filistinlilere karsi medeni bir borctan ziyade, yaptiklari politik adimlarin bu denli elesitiriye kapali olusu, bu denli emperyalist oluslari ve sistematik bir sekilde her elestiri altina bir anti-semitizm yerlestirmeleriden kaynakli olarak sart.

arabistani anlamak

suudi arabistan da yasanan seriata karsi olmamak icin bir argüman varmidir acaba.

israili anlamak

anti-siyonist olmamak cok zor bir sey.

Mittwoch, 16. Februar 2011

siyah ve kadin

siyah bir renkle kapaniyor kadinlar özellikle arabistan'da.
oysa siyah bir renk olmadigi icin yoklugu, hicligi empoze eder.
onlara 'neden siyah' diye sordugumda 'böyle göze batmiyoruz' diyorlar.

Sonntag, 13. Februar 2011

psikoloji

ruhsal dengesizligin gelisme sebepleri anlasir olsada bu dengesizligin tedavi edilip düzelmesi bu sartlar altinda nerdeyse imkansiz. psikolojinin kara listesi bu yüzden cok uzun. psikoloji bilimi kendisini bilim olarak kabul ettirmenin tek yolunu maalesef matematiksellesmekte buldu. ama asil garip olan bu bilimin objesi nedir diye soruldugunda verilen cevabin özne yani insan, yani kaygan, hicte statik olmayan bir insan olmasi.

Fritz Kahn 'Die Betriebsräume des Kopfes', 1941 (Bild aus nzz folio)

Sonntag, 6. Februar 2011

olmazsa olmazlar

bu aralar anlamaya calistigim sey marksist olupta "bu kadin olmazsa olmaz" demenin arkasindaki mantik. ideolojisi geregi insanin telafi edilebilecegini düsünen bir marksist nasil oluyorda böyle düsünüyor. ilk etapta bir celiski, öte yandan bunun sebebini anlamaya calisiyorum cünkü belki gayet marksistce aciklanacabilcek bir durumdur. bu ömrümde marksistlere cok fazla yüklendim, baska bir hayatta - sayet varsa - ayni sekilde yapardim.

Mittwoch, 2. Februar 2011

totaliter

totaliter sistemlerin yanlisi olan insanlar, yada daha dogrusu totaliter felsefeler yazan düsünürler herseyin böyle daha kolay oldugunu düsündükleri icin yazmamislardir. mesela marksizm ve idealizm (hegel, schelling) totaliter felsefelerdir - bilindigi gibi. bu sistemlerin icinde prensipler rölatif degildir bütün sistemi son kertede bir prensibe oturtma gayreti vardir ve bastan sona kadar tutarli olma kosulu vardir. bir tür monizm (bircilik) denilebilir.
bu tür bir monizm ise keyfi bir talep degildir, yada böyle daha faydali olur motivasyonuyla yola cikilmaz. bu daha cok insan aklinin bir özelligidir. insan akli bütün olgularin zincirini tutarli düsünmek ister, yani celiskisiz düsünmek ister, olgularin zinciri ise dünyadaki karsimiza cikan fenomenlerdir - biz dahil.

bir bardagin hem dolu hemde bos oldugunu söyleyen birisi, ayni zamanda bir olgunun hem dogru hem yanlis olabileceginide iddia etmis olur. bu kisinin yaptigi ifadeyle kendi kendisini celiskiye sokmus olmasi zaten net. cünkü ciddiye alindigi zaman söylemis oldugu seyin ciddi alinmamasi gerektigi anlasilir. cünkü söyledigi seyin hem dogru hem yanlis olabildigini ifade etmis olur son kertede. bütün bu relativizm belasi basimiza Einstein sonrasi 'yeni' fizik anlayisindan gelmiyor, belirli bir etkisi kacinilmaz olsa da daha cok totalier sistemlere olan direnisten kaynaklaniyor.

totaliter sistemlerin yanlisi olmasamda kendi iclerinde mantikli olduklarini düsünüyorum. pratikte özgürlügü kisitlayan fasizan yapilar göstermeleri onlarin o baslarindaki gri gölgeden kurtulamayislarini acikliyor. teori ve pratigin paralelligi tartismasina girmeden, totaliter kavraminin bu gri gölgeden cikarilip ayrica degerlendirilmesi gerektigini düsünüyorum. yukarida bahsettigim gibi totaliter bir seyin totalini (mesela faturalarda görürüz, ya da bir karenin totali gibide kullaniriz) yani bir olgunun bütününü anlamaya calisma aslinda birazda aklin bir emridir. gündelik hayatta sürekli karisimiza cikan bir taleptir bu. bütün sebep-sonuc iliskilerini düsünürken sürekli totale varmaya calisiriz, bunu böyle altini cizerek yapmayiz bu daha cok aklin sessiz bir talebidir, beyin olayi bütününde degerlendirip o dosyayi dogru tanimlamak ister, dogru idrak etmek ister ve bunun icin zincirin diger parcalarini anlamaya gayret eder. Zinricin bütün incilerini kavrayamayiz, "bos alanlar" var diyen postmodernizm de aslinda zinciri tamamlama gayreti icinden cikamadigi icin adlandiramadigi seylere "bos alanlari" kabul edelim demistir. görüldügü gibi gayret olarak orda da vardir totale cikma istegi. ama bu istekten cok bir emirdir, mantigin bir talebidir. o yüzden idealizme mal edilmemesi gerekilir, edilse edilse insan aklina ve insani düsünce bicimine dava acilmasi gerekilir. eger postmodernizminde böyle bir sessiz talebi olmasaydi "bos alan" kavramini hic kullanma geregini duymazdi ki, yani bir problemi bu sekilde cözme cabasina hic girmezdi. bu da tabi kültürün 'gelismesiyle' insan aklinin bir kültürden(gelenekten; sanattan, soyut bilgilerden, vs.) gecmesi, insanin hayata karsi durusunu biraz daha yumsatmis olmasi sebebiyle aciklanamayan fenomenlere "bos alan" olarak bakmak aslinda gayet cagdas, gayet beklenesi bir durum. ve ideaist felsefeden hic birinin red edecegi bir kavram degildir. gelistikce ideolojiler bana sahip olmasin durusundan cok, bazi ideolojilerin söyledigi seylere sahip cikmak gerektigini hep daha cok düsünür oldum.

Dienstag, 1. Februar 2011

marksist yoldaslar

marksizmin en büyük hastaligi etik ögretisi olmayisi. son dönemlerde (son 50 yilda) marksizm geleneginde duran bir kac düsünür insani marksistce yorumlaya calisirken Kant'in insan taniminindan kopya cekiyor. almancadaki 'Würde' sifati türkcede en  iyi 'haysiyet' kelimesiyle aciklanabilir bence ("onur", "seref" gibi kavramlar biraz yanlis kaliyor). Kant'a göre insan haysiyeti olan bir varliktir. son dönemin cogu marksistine görede bu böyleymis. cünkü haysiyet kavrami metafizikten öte rasyonel bir kavrammis. ;)

zaten günümüzün etik ögretilerinin basarisizliga ugradigi noktada bu degilmi? metafizik kavramlar kullanmadan insani aciklamak, ve bir etik ögretisi, rasyonel bir etik ögretisi yazabilmek, o yüzden ne zamandir büyük bir etik ögretisi problemi yasiyoruz (postmodernizmin en büyük yarasi) ve bu isin icinden bir türlü cikamiyoruz, ama bu kosullar altinda zaten etik ögretisi gelistirmek pek olacak is degil.

avrupada bir sürü anayasadan insanin dünyaya olan etik iliskini yasalastirirken kullanilan bütün metafizik kavramlar cikarildi, insan hukukun objesi oldu (:person) -ama tabi sadece bu yüzden degil. insan devlet icin hakki ve görevleri olan bir obje, yani hukuki bir özne. bu aralar artik isletmelerde "hukuki özne" olma sansini/statüsünü yakaladi. bu tür bir özne olmak artik hicte zor bir ise benzemiyor..


marksistler kendi felsefelerinde etik ögretisinin eksik oldugunu kabulleniyorlar, zaten öyle olmasa etik ögretisinin eksikligini doldurmaya calismazlar, ama marksistler bununlada kalmiyor, Kant'in "kategorik imperativ'inide" etik ögretilerine aliyorlar, tabi kapsama alani biraz daha farkli, ama icerik ayni. oysa Kant'a göre felsefe yapmak "birinin inegi sagmasi digerininde süt kasesini altina uzatmasi" degil. ama hey! birilerinin bununla ugrasmasi ve bunun önemini görmesi neden yanlis olsun, tam tersi bu tür gelisimler dogmatizmi yikar.

Freitag, 28. Januar 2011

Egoismus

Kant unterscheidet zwischen einem „natürlichen“, „moralischen“, „ästhetischen“ und „logischen“ Egoismus. Der „moralische Egoist“ ist „der, welcher alle Zwecke auf sich selbst einschränkt, der keinen Nutzen worin sieht, als in dem, was ihm nützt“, der „ästhetische Egoist“ ist „der jenige, dem sein eigener Geschmack schon genügt“, während der „logische Egoist“ es für unnötig hält, „sein Urteil auch am Verstande anderer zu prüfen“ (Anthropologie § 2 bzw. 21). 
Er hielt es in humanistischer Absicht wie dem Anspruch der Vernunft gemäß für unumgänglich, es keinesfalls beim „natürlichen“ Egoismus der Individuen zu belassen, sondern die wechselseitige Schädlichkeit der Individuen durch die Entwicklung derjenigen „Naturanlagen, die auf den Gebrauch der Vernunft abgezielt sind“ (Ideen in weltbürgerlicher Absicht), sprich: durch Vernunfteinsicht, dahingehend zu neutralisieren, daß gesellschaftlichkeitstheoretisch formuliert, kein Mensch individuelle Zwecke setzten darf, die andere schädigen, denn dann dürften das ja auch die anderen, und die Menschen würden sich gegenseitig bis zur Vernichtung schädigen – worin liegt: „daß die Verwirklichung“ der Freiheit zur willkürlichen privaten Zwecksetzung auf Kosten der Allgemeinheit „nur die Furie des Zerstörens ist“, wie es Hegel dann formuliert.

Sonntag, 23. Januar 2011

tutarlilik

bir düsüncenin tutarliligini ortaya cikarmak icin sadece o düsünceyi kendi üzerinde uygulamak yeterli. cikan sonuc hala tutarli ise muhtemelen söylenilen dogrudur.

Samstag, 15. Januar 2011

eksikler

Aristoteles icin iyi ve mükemmel bir hayatin olmasi icin cok cirkin olmuycaksin, iyi bir aileden (zengin) geliceksin, yalniz ve cocuksuz olmuycaksin, daha kötüsü kötü cocuklarin ve arkadaslarin olmuycak. böylelikle artik neyi yanlis yapmis oldugumuz belli ;)

Sonntag, 2. Januar 2011

dram II

Aristoteles düsünceyi tanrinin düsündügü boyuta kaldirmak mutlulugun en yüksek noktasi olsada, bu durumun gercekte sadece bazen gerceklestigini yazar. Hegel 'tanrinin dünyayi yaratmadan önceki düsüncelerini ve sonlu ruhu' (endlichen Geist) kendi asli üzerinde düsünmeyi talep ediyor (...).

 Wladimir Iljitsch Uljanow, Lenin
(aus web: lebenssplitterchen)

Bloch felsefe tarihi üzerine vermis oldugu Leibzig'teki derslerinde güzel bir yerde Lenin'nin birinci dünya savasinin baslangicinda Hegel'i tekrar incelemek icin geri cekilimine ima ederek, kendisini dünya ruhunun materyalist-diyalektik genel müdürü rolünde gören Lenin'nin ilk olarak tanrinin düsüncelerine derinlesmesi gerekiyordu, diye yaziyor. Bu metafor zamanin DDR'inde hicte iyi karsilanmadi o ayri bir durum..